Fikri Takip 3: Sözleşme özgürlüne elveda

Türkiye'de gidişat, yurttaşın temyiz kudretinin olmaması gerektiğini benimsemiş bir sisteme doğru mudur? Birkaç örneğe bakarak böyle olduğunu kamilen kanıtlamış olamasak bile, aynı örneklere bakarak bu yönde hayli kuvvetli bir iktidar arzusu bulunduğunu öne sürebiliriz. Buna hakaret davalarının kullanılma biçimini, İMC TV örneğinde olduğu gibi, devletin sözleşmelere müdahalesini, Başbakanlığın kamu çalışanlarına yönelik genelgesini de eklersek, sahne tamamlanır.
İktidarlar, düşünce özgürlüğünü kısıtlayarak hukuki suçlarını gözden kaçırıp meşruiyetlerinin sorgulanmasını yaygınlaştırmaya engel olmak olabilir, bunun şimdiye kadar bilinen en yaygın yolu, düşünce açıklamalarını kriminalize ederek, pozitif hukukta yeri olsun olmasın, ceza vermeye yönelmektir. 
Savcının akademisyenlere sorduğu sorularla yaptığı şey, bunun bir örneğidir. Fakat yargıcın vicdani ret kararıyla yaptığı şey, yani neyin düşünce demeye, dolayısıyla hukuki korumaya layık olduğuna, neyin "düşünce" denilmemeye, dolayısıyla hukuki korumaya layık olmadığına hükmetmektir. Eğer herhangi bur yurttaşın aklından geçip de dilinden dökülenlerin düşünce olup olmadığı yargı tarafından kararlaştırılacaksa, bireylerin tek başlarına düşünce denilen şeyi üretmeye ve kullanmaya ehil olmadığı yargı tarafından kabul edilmiş olur.


Düşünce yoksa suç nasıl var?

Temyiz kudreti, tüm hukukun yegane şartıdır: 
Bir hukuk sistemi, sadece yurttaşlarının temyiz kudreti olduğunu varsayarak kendisini kurabilir ve sürdürebilir. Temyiz kudretinin varlığı ile bir hukuk kurulabilir, yokluğu ile değil. Sorumluluk ile temyiz kudreti bağı malum: Temyiz kudreti olmayana sorumluluk atfedemezsiniz. Tartıştığımız karar, hem açıklananın "düşünce" olamadığını, hem de suç oluşturduğunu söylemekle hem yurttaşın temyiz kudretini hem de kendisini imha etmiştir: Bir "düşünce" bile olamayacak kadar "ham" bir ifade, hangi bakımdan suç oluşturabilir?

Kanun koyucu, sadece düşünce özgürlüğü dememiş, "düşünce ve kanaat özgürlüğü" demişken, düşünce ile kanaati zaten ayırmışken yargı, "kanaat" kavramını tamamen unutup "düşünce"ye abanıyor: İlgilendiği sözlerdeki fikirlerin "düşünce" bile olmadığına hükmediyor, öncelikle. Ve araştırmasını orada kesip hükmü basıveriyor: Düşünce bile değilse, düşünce özgürlüğünden yararlanamaz. 

"Kasıt"sız suç nasıl olur?

Peki kanun koyucu niye "kanaat" kavramını da koymuştu oyuna? İlk yazıda değindik, tekrar edelim: Kanaat, yani "düşünce" denilemeyecek, son derece kişisel nitelik taşıyan, belki inançla açıklanabilecek açıklamalar da yargının ilgi alanındadır. Mesele, beyanın suç oluşturup oluşturamayacağıdır, yoksa "düşünce" mi ya da "kanaat" mi olup olmadığı değildir. Bunu böyle düzenlemenin sebebi, yargının düşüncenin ne olduğunu, kanaatin ne olduğunu tanımlamakla uğraşmamasını sağlamaktır. 
Çünkü kanun koyucu bilir ki bu hem mümkün bir iş değildir (Parmenides'ten Heidegger'e sayısız filozof işin içinden çıkamamışken, yargı niye uğraşsın bununla) hem de gerekli değildir. Gerekli değildir çünkü beyanın ne olduğu değil, nasıl bir etkiye yol açtığıdır yargının ilgilendiği. Kanunkoyucu, "haklı haksız, doğru yanlış, ciddi gayrı ciddi, iyi düşünülmüş, kötü düşünülmüş, dayanaklı, dayanaksız..." diye ayrım yapmaya yönelseydi, yolun sonunun "doğru düşünebilen"le "doğru düşünemeyen"lerin tespitine, oradan da düşüncenin doğru veya yanlışlığını kendi başına karar veremeyen bir yurttaşlar topluluğuna çıkacağını bilir. Bir söz, "düşünce" bile olamamışsa, söyleyen kişi "düşünememiş" ise, onu söz ve eylemlerinin sonuçlarını bilen biri olarak nasıl görebiliriz? Yargı, ne dediğini bilmeme halini değil, ne dediğini bilme halini yargılayabilir ancak, çünkü suçtan bahsetmesi için "kasıt"a ihtiyacı vardır; ne dediğini bilmeyen kişinin, suçun oluşumu için şart olan "kasıt" unsurunu yerine getirdiğini nasıl söyleyebilir?

Sözleşme özgürlüğü ne olacak?

Ne dediğini bilmeyen yurttaşla işler yürümez. Bu yüzden sistemler iki yol seçer: Ne dediğini bildiğini var sayar; ardından iki yol açılır: Ya deme özgürlüğünü tanır ya tanımaz. Yurttaşın sadece tanımlanmış şeyleri söyleme mecburiyetinde bırakılması ve onları söylemeye mecbur olması baskıcı türleri, faşizm ya da onunla akraba baskıcı türleri getirir. Yurttaşın sözlerinin, söz söyleme hakkının serbest olması tek başına demokrasi getirmese de onun asgari şartıdır. Fakat konu sadece soyut demokrasiyle ilgili değildir: Richard Sennet'in "Yabancı"da (Metis Yayınları) yekten söylediği gibi, düşünce özgürlüğü sözleşme özgürlüğünü beraberinde getirir. Düşünce özgürlüğü olmadığında, yurttaşın söz söyleme iradesi serbest olmadığında, yurttaş sadece tanımlananı söylemeye mecbur olduğunda, "sözleşme özgürlüğü"nü sarsılacaktır.
Sözleşme özgürlüğü, ekonomik hayatın yürüyebilmesi için gereklidir: Temyiz kudretine sahip, ne istediğini ve istemediğini bilen yurttaşlarla mümkün olan bir hayat. Liberalizm bu özgürlüğü kutsal derekesinde görür. Mevcut iktidar da "sözleşme" özgürlüğünü kutsal gören liberal ekonomi anlayışına sahip olduğunu her fırsatta ilan eder. Ama eder, o kadar. Pratikte ise nasıl ki kentsel dönüşüm adı altında mülkiyet hakkının tanınmadığı bir servet transferi prosedürü yürürlükte tutuluyorsa, terör" başlığı altında da mülkiyet hakkı ile kopmaz bir bağa sahip olan sözleşme özgürlüğünün ilgası yürürlükte tutuluyor. İMC TV ile TÜRKSAT arasındaki sözleşmenin, savcının bir mektubuyla sonlandırılması bunun ünlü örneklerinden biri. Fethullah Gülen cemaati aleyhine yürütülen operasyonları da. 

Futbol sadece futbol değildir
Amedspor, ayrımcılığın spor sahalarında ve sahaların bulunduğu şehirlerdeki boyutlarını görmeye yarayan turnusol kağıdı oldu. 


Bu faslı bir spor haberiyle bitirelim: Amedspor, Sivas'ta kalacak otel bulamadı. Futbolda, Spor Toto 2. Lig Kırmıız Grup takımlarından Amedspor, Sivas Belediyespor'la lig maçı için gittiği Sivas'ta otel bulamadı. Hiçbir otel, takıma oda kiralamak istemedi.
Sistem oturuyor mu? Boşanmak istediği karısını Cumhurbaşkanı'na hakaretten ihbar eden uyanık vatandaş, Amedspor'a yer vermeyen Sivas'taki oteller, ne yapıyor? Ne yapacaklar, kurulan yeni sistemin ruhuna uygun hareket ediyorlar: Yeni bir Türkiye kuruluyor, sözleşme özgürlüğü olmayan, ifade özgürlüğü olmayan, yurttaşların memur bile değil, merkezin talimatlarını uygulayan otomatlar gibi hareket ettiği, bir Türkiye. Savcı mektubuna bile ihtiyaç yok artık bir otelin size "terör" atfıyla hizmet vermemesi için. Politik görüşleriniz, sizden boşanmak isteyen kocanız ya da karınız tarafından hapsi boylama tehlikesine duçar olmanıza yol açabilir. Amirinizin bir sözüyle memuriyetiniz son bulabilir. Ya temyiz kudretinizi bırakıp teslim olursunuz, ya da başa gelen çekilir.
"PKK" ve "terör" atıflarıyla hukuksuzlukların icrası eski bir şey değil, bir otokratlığın nasıl adım adım inşa edildiği ise yeni ve bitecek bir bahis değil: Kamu çalışanlarına ilişkin Başbakanlık genelgesi ve güvenlik güçlerinin yargıdan muaf tutulmasına yönelik düzenlemelerle devam edeceğim.  


**

Önceki yazı için Fikri Takip 2: Temyiz kudretinize sahip çıkın!

Önceki yazı için Fikri Takip 1: PKK sizce terör örgütü müdür?


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

12 Eylül bildirisinin tam metni

15 Temmuz darbe girişimi bildirisinin tam metni