Dünya gözümde Kerbela'dır
Erdoğan'ın Sünni Kerbela algısının
Alevilerin Kerbelası'yla ilgisi
sadece tarih ve isimlerde.
Muharrem İnce'nin
isimlerle kurulu söylemiyse
söylediğinin tersini gösteriyor.
Siyasette isimler günlerindeyiz. İktidarıyla, muhalefetiyle... İsimler üzerinden mesajlar yollanıyor, sorular soruluyor, cevaplar veriliyor.
Başbakan’dan başlayalım. Erdoğan pazartesi günü beklediği torununun ‘adlarından birinin’ Ali olacağını ilan etti. Elbette ahalinin magazin merakını gidermeye yönelik tatlı bir PR bilgilendirmesi değildi bu, derin dinsel ve siyasal göndermeleri olan bir mesajdı. Zaten haber kaynakları Erdoğan’ın sözlerini ‘Muharrem iftarı’ndan naklediyordu. Aynı saatlerde iki günlük bir Irak gezisine çıkmış olan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Kerbela, Necef ziyaretleriyle Şii iktidarla aradaki buzları eritme amaçlı görüntüler veriyor, muharrem orucu tuttuğunu ilan ediyordu. Ali adı, hem içeride hem dışarıda büyük kitlelere, büyük sorunlar yaşanan büyük kitlelere ‘mesaj taşıyıcı’ oluyordu özetle.
Erdoğan’ın konuşması da nitekim Hz. Ali’nin yanı sıra Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz. Zeynep Kerbela faciası ve Yezid isimleri üzerine bina edilmişti. İlk bakışta “Dışarıda Şiilere, içeride Alevilere sıcak, samimi mesajlar” gibi okunma potansiyeli taşıyor iki fotoğraf. Zaten Erdoğan’ın bütün Ortadoğu, bütün İslam âlemi vurgusu da düşünülürse, iki yetkilinin de hem TC sınırlarından içeriye hem dışarıya mesajlar verdiğini öne sürmek hiç de abartılı olmaz. Hele hele Ankara hükümetinin ‘mezhep gerilimini arttırıcı politikalar yürüttüğü’ eleştirisiyle hem içeride hem dışarıda giderek daha sık karşılaştığı düşünülürse.
İktidarın Aleviliği
Mesajların diplomatik kabiliyetleri olup olmadığını dış ilişkilerin erbaplarına bırakıp içeri dönelim biz.
Aleviliği, Alevilere ve Aleviliğin kurucu öğelerine sahip çıkan bir konuşma Erdoğan’ınki. Daha önce hem kendisinin hem de diğer iktidar yetkililerinin sık sık yinelediği “Alevilik Ali’yi sevmekse biz en iyi Aleviyiz. Gerçek Alevi biziz. Hz. Ali gibi yaşayanlar bizleriz. Onlar değil” yollu Aleviliği Sünni teolojisinin terazisiyle tartıp dışlayan söyleme uzak durur gibiydi Erdoğan ilk bakışta. Fakat bu tür sözleri hiç söylenmemiş kabul edip bu son nutka baktığımızda da ilkinin sonuçlarından çok uzağa gidemeyiz ne yazık ki.
Kerbela sızısını ‘bütün İslam dünyasının ortak acısı’ olduğu sözü eşliğinde ve ‘tevhid’ eksenine oturtulup ‘tefrika’yı dışlayan bir söylem, bir siyasal liderin ağzından çıkıyorsa eğer (bir siyasal liderin böle bir dinsel nutuk irad etmesinde ne yarar var sorusunu derkenar ederek) o liderin eylemleriyle bir bütünlük arz etmesi gerekmez mi? Örneğin, “Hepsi birer provokasyon olan Gazi Mahallesi’nde, Çorum’da, Kahramanmaraş’ta, Sivas’ta yitip giden canlarla birlikte Hz. Zeynep’in kardeşi Hz. Hüseyin için hissettiği kardeş acısını biz de hissediyoruz” diyen bir kudretli hükümet liderinin, Gazi, Çorum, Maraş ve Sivas’ta yitip giden canların peşinden hak, hukuk ve hafıza mücadelesi veren kesimlere yönelik tavrının başka türlü olması gerekmez mi? Kaç yıldır Maraş’ı anmak isteyenler il sınırlarından içeri bile sokulmuyorlar ve kimse valiye, “Niye vatandaşın seyahat ve ifade özgürlüğünü engelliyorsun” diye sormuyor. Aksine, teröristleri kente sokmamış olmakla makbul valiler sınıfına giriyordur. Sivas duruşmalarında hakaret gören, adliye kapılarında gazla, copla dövülenleri en hafifinden ‘kötü niyetli’ gören, Sivas yangını faillerinin zamanaşımından kurtuluşuna ‘hayırlı iş’ gözüyle bakan hükümetin, bu katliamların ‘insanlığa karşı suç’ sayılması taleplerini duymazdan gelen hükümetin sözlerinin ‘Aleviliğe sıcak mesajlar’ olarak algılanması, ancak Alevi olmayanlar için mümkün olabilir.
İsim, ismi kurtarmaz!
Konuşmanın tamamına hâkim olan ‘Sünni Kerbela’ algısının, Alevilere sıcak mesajlar süsüyle sunulması, aslında önceki dışlayıcı açıklamalarla ters düşen bir yanı yok: Yapılan şey, kendisinin de dahil olduğu ve kendisini İslam’ın sahih yorumu sayan bir anlayışın bakışını, “İslam böyle gerektirir” vurgusu eşliğinde hem Türkiye’ye hem de ‘tüm İslam âlemine’ genişletmek. Bu nutuk (siyaseten değerinin ne olduğunu kimsenin bilmediği) kuvvetli bir samimiyet içinde atılmış olsa bile, nutukta zikredilen isimleri Başbakan’dan çok daha başka biçimlerde inançlarında taşıyanların ‘toruna verilecek Ali’ ismiyle neye ikna olacağını kestirmek de imkânsız. Üstelik Ali adlı bir torunun, bir kamusal yapıya verilen Yavuz Sultan Selim adının inciticiliğini telafi edebileceğini söylemek de imkânsız. İnançlı bir Alevinin, torunun adını duyunca “Adına kurban olurum” diyeceği, Yavuz adını duyunca “Adına lanet” diyeceği kadar açık.
Bu son ‘isim hamle’sinin en tuhaf, en kabul edilmesi zor yanıysa şu: Teolog gibi konuşan, neyin İslam, neyin İslam içi ya da dışı olduğunu anlatan bir başbakan. ‘Tefrika’ daha burada başlıyor. Ve konuşmadan anladığımız aynı başbakan tefrikayı sadece ‘İslam’ için, kendisinin ‘biz’ dediği, kendi kafasındakinden başka bakışları dışlayan ‘İslam’ için reddediyor. Böylece Hıristiyan, Musevi, Yezidi, agnostik, ateist ve ilah... yurttaşların ‘biz’den olmadığını Başbakan’dan öğrenmiş oluyoruz öncelikle.
Bir de bilmem, “Kerbela tefrika konusu olmamalı” sözüne, Kerbela’nın zaten tefrikadan doğduğunu ve İslam’a ‘prensip’ meselesi olarak bakanlarla ‘iktidar aracı’ meselesi olarak bakanların karşılaşmasından doğduğunu dile getiren sayısız İslam tarihçisi, teoloğu ve inanç sahibini hatırlatmak gerekli mi?
Muharrem İnce
İsimler meselesi iktidarla sınırlı değil demiştik girişte, ana muhalefetle devam edelim. CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce, “Atatürk olmasaydı” dedi, “bu ülkenin kurtarıcısı olmasaydı, bugün hakaret edenlere şunu söylüyorum; adınız Ahmet, Hasan, Hüseyin olmazdı. Adınız Dimitri olurdu, Yorgo olurdu. Bunları doğru bilmeleri lazım.”
Doğru evet, doğru bilmek lazım, evet. Örneğin geçen bir ‘Müslümanlaştırılmış Ermeniler Konferansı’ yapıldı; adı Zohrab, Hrant, Aris, Arek olması gerekip de Ahmet, Hasan, Hüseyin olanların öyküleri konuşuldu orada. İttihatçı Kemalist yönetsel kudretle, ahali-eşraf ortaklığında yürütülen bir yok etme operasyonlar dizisinden isimlerini, cisimlerini değiştirerek kurtulmaya çalışanların öyküleri.
İnce’nin nutku, tamamen karşı kamptan da gelse, Erdoğan’la özel bir ortaklık içeriyor: Yorgo’lara, Dimitri’lere, Dikran’lara, Gebro’lara, Mario’lara ne olduğunu hiç sormayın diyor, ‘biz’ Ahmet, Hasan, Hüseyin olarak tatlı tatlı sürdürelim oyunumuzu. O da, kendi tarif ettiği ‘biz’e istediğini alıyor, istediğini almıyor, o kalıba itiraz edenleri de ‘asıl olandan ayrılmakla’ suçluyor.
Ahmet, Hasan, Hüseyin adlarına sığınıp ayrımcılığı normalleştirmek, o adlardan başka adları taşıyanları dışlamak, dönüştürmek ya da ezmek bir ‘cumhuriyet tekniği’ydi, demokrasi değil. İçerikleri birbiriyle taban tabana zıt olsa bile Türkiye’nin ana akım iktidarı ve muhalefeti bu dışlayıcılık konusunda hep mutabakat içinde oldu. Erdoğan’ın, yukarıdaki nutkun içindeki, “Cumhuriyetimiz, bir inancın, mezhebin ya da etnik kökenin egemenliği üzerinde inşa edilmiş değildir” ifadesi ve başlangıç olarak verdiği 1071 tarihi, Yorgo’nun, Mario’nun, Dikran’ın dışlandığı Muharrem İnce’nin ifade ve tarihiyle ikisinin zannından çok daha fazla yer, zaman ve eylemde örtüşür.
Sorunlar çözülüyor derken daha karmaşık yumaklar çıkıyorsa ortaya, evlerin, kalplerin, ruhların ve akılların içini, giysileri, sözleri, eylemleri merkezden ve merkezdekilerin inanç ve ideolojilerine göre belirleme arzusundan çıkıyor. Bu arzuya göre şekillenmiş yapıyı değiştirmek yerine, ona sahip çıkmak da çözüm adıyla yeni düğümlerden başkasını getirmiyor.
Yorumlar
Yorum Gönder