Resimlerdeki gözyaşları: Çocuk ve genç düşmanlarının genlerine bakalım!
Umberto Eco’nun Gülün Adı adlı romanı, imanlı rahipler
topluluğunun yaşadığı manastırdaki cinayetlerin etrafında gelişir. İş çözülür: Gülmeyi,
güldürmeyi yani neşeyi, eğlenceyi içeren bir kitabın okunmasına engel olmak
isteyen rahip, kitaba ulaşanları öldürecek şeytani düzenekler kurmuştur. Gülme
ve güldürme çünkü rahibimizin “kutsal” anlayışına, kutsallarına aykırıdır. Kutsalı
korumak için ilahi bir yetkiyi, can alma yetkisini kullanır.
FOTOĞRAFTAKİ NEŞE
Geçen hafta bir fotoğraf, memleketin onca ciddi meselesinin
en ciddisine dönüştü. Efendim, işte dört liseli bir okulun bahçesindeki Atatürk
büstünün etrafında fotoğraf çektirmiş. Biri işaret parmağını başına dayamış,
biri yanında işaret parmağını kaldırmış, ikisi de parmaklarını burnuna sokmuş. Büstün
tabii.
Bir uç duygular söyleminin gazetesi kareyi kamuya
yetiştiriverdi: “Huzurunuzda dindar nesil!”
Yer İmam Hatip Lisesi, çocukların da başı örtülü olunca, uç
duygucular için bulunmaz bir paratoner olmuştu fotoğraf. Hele Başbakan’ın
“Dindar bir nesil yetiştirme” görevini ilan ettiği zamanın hemen ertesine de
denk gelince... Çocukların, neşeleri belli olsa da yüzleri gizlenmişti.
“Çocukları koruyoruz aslında” mesajı vardı sözde bu yüz gizleme işleminde hem,
hem de “suçlu”luğa vurgu: Yüz gizlenince başörtüsü daha da görünürleşiyordu.
Peşinden çeşit çeşit feveran: “Hiç olur mu? Bu suç cezasız
kalır mı? Memleketi ne hale getirdiler. Atatürk’ü Koruma Kanunu yok mu?..”
Atatürk’ü koruma kanunu demek, malum, hapis demek. İçerideki binlerce çocuğun
yanın dördü daha gitmiş çok mu, maksat kanun yerini bulsun. Öyle adaletli bir bakış!
Neyse, bu kanuna döneceğiz de öykü bitmedi daha.
Uçları dengeciler, sağduyucular izledi: Tamam ama o kadar da abartmasak mı?
Var bir şey ama suç demeyelim de, nasıl desek, saygısızlık, terbiyesizlik… Ceza
değil de, terbiye… Buna da döneceğiz ama
öykü bitmedi daha.
FOTOĞRAFA KARŞI FOTOĞRAF
Karşı cepheden kora kor atak gecikmedi: Bir başka uç
duygular gazetesi, “Bunlar kimin nesli” başlığıyla bir başka lisenin
bahçesinden beş kız çocuğunun Atatürk büstüyle çektirdiği fotoğrafı buluverdi. Bir
çocuk Atatürk’e “fotoğrafta kulak işareti” yapıyordu. Ve bu bir düz liseydi!
Çocukların yüzü gizlenmemişti, hem neşeleri hem de saçları görünüyordu!
Buradaki “gizlememe”de de “başını örtmeyenin yüzünü niye gizleyelim” metni gizliydi.
İşlemler ne kadar da simetrik!
Bu cephe gazetesi durumu , “…geçtiğimiz 1 Mayıs’ta PKK
yandaşlarının Atatürk heykeline teröristbaşı Öcalan’ın resmini asmasına sesini
çıkarmamışları. Şimdi soruyoruz: O dört kız Erdoğan’ın nesli de 1 Mayıs’ta
Atatürk heykeline Apo resmi asanlar kimin nesli? Düz lisede Atatürk büstüne
kulak resmi yapanlar kimin nesli?” cümleleriyle duyuruyordu.
Böylece hem karşı
taraf püskürtülmüş oluyor, hem de karşı taraftakilerle de ortak nefretin hedefi
olan sembol bir isim aşağılanarak tribünlere öfkeli ve muzaffer gladyatör
selamı yollanıyordu. Öfkenin ortaklaştığı Öcalan ismine vurgu, “Benim
çocuklarım da çocuk yetiştirme tarzım da iyidir, asıl seninkiler kötüdür”
karşıtlaşmasının dışında, iki tarafın da neden Uludere’de özdeş tavırlar
takındığının göstergesi olarak cümledeki yerini bulmuş oluyordu böylece.
NEŞEYE, OYUNA, GENÇLİĞE DÜŞMANLIK
Öykü böyle. Şimdi memlekette esen minik duygu durum
fırtınasında bir işlem yapabiliriz: Heykeli ve heykele yapılan işareti fotoğraftan
çıkaralım, kalan: Neşe içindeki delikanlılık çağında çocuklar. Fotoğrafları
çıktıktan sonra korku, kaygı, utanç vb. olumsuz duygulara, gözyaşlarına
bulanmış olmalılar. Büst korunsun, çocuklar ağlamış çok mu! Kutsalları koruduk,
çocuklar yıkılmış çok mu! Okul bahçesinde oynarken, bahçenin bir parçası olarak
tasarlanmış bir heykeli de oyunlarına dahil etmiş olduklarından başka bir bilgi
çıkaracak hiçbir ek malumat yok. Olsa, fotoğrafları taraflara yetiştirenler
onları da asla ihmal etmezdi. Çünkü ne yaptığını iyi biliyor o. Çünkü iki
tarafın da ruhunda yatan habislik, fotoğrafı gördüğü anda onda olmasa o
fotoğrafın oralara ulaşması mümkün olamazdı. Çünkü bu ortak habislik, oyuna,
eğlenceye, gülmeye, neşeye karşı, oyunun ve eğlencenin çağına, çocukluğa ve
gençliğe karşı. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız eğlensinler” diyeceğim, ama o
da sadece para için kabul edilen bir başka kutsal formül, otoriter akıllara
uymaz.
Asıl kızılanın ne olduğunu vurgularsak, habisliğin ne olduğu
daha iyi görünecek:
Kızma sebebi, bir sembol heykele nasıl muamele edilmesi
gerektiğine dair kesinleşmiş bir yargının, fikrin bulunması. Bu yargıyı
sağlayan şey de heykele atfedilen kutsiyet. İlk kızan taraf, “Dindar nesiller
yetiştirmek görevimiz” diyen Başbakan’ın Atatürk düşmanı olduğuna dair bir
propaganda imkânı bulduğu inancıyla sarıldı fotoğrafa. Başbakan’da aradıkları bağnazlığın
mislinin kendi tutumlarında da olduğunu elbette göremezlerdi; çünkü “kutsallık”
anlayışları aynı, nesillerin, çocukların, gençlerin o kutsallara karşı
takınmaya mecbur oldukları davranış kalıplarına dair fikirleri aynı. Sadece kutsalları
farklı.
O KANUN KİMLERİ KORUYOR?
İkinci fotoğraf iki tarafta da aynı kafa yapısı, aynı
düşünme biçimi ve aynı söylem üslubunu benimsediğinin kendiliğinden delili.
Çünkü: “Sekülerleştirmek bir yer değiştirme biçimidir, güçleri dokunulmaz
bırakır, sadece yerlerini değiştirir, bu güçler bir yerden başka bir yere
geçerler.” (Giorgio Agamben, Dünyevileştirmeler, Monokl Yayınları)
Atatürk’ü Koruma Kanunu’na gelelim şimdi: Menderes döneminde
çıktı. Tarih 31 Temmuz 1951, sayı 5816. Şu anda, “Atatürk korunmuyor” diye
feveran edenlerin hiç Atatürkçü saymadığı bir dönemde. Kanunun ruhu, kişiliğe
kutsallık atfetme ve bu kutsallığın uzantısı olan söz, görüntü, heykel vb. her
tür objeye karşı olabilecek her tavrı ceza terazisinden geçirmeyi öngörüyor.
Bir zamanlar “tanrının yeryüzündeki gölgesi” olarak kutsallaştırılan sultanların
etrafında örülen manevi koruma çemberinin asri hali. Yöneticiliği, devlet
görevlerini kutsiyet mertebesinde görme anlayışı Türkiye’nin tarihinde iktidara
kavuşma imkânı bulmuş bütün siyasal akımlar için aynı. O kanun da Atatürk’ü
koruma adı altında devlet adamlarının tamamına yönelik manevi koruma çemberinin
nükleer çekirdeği işlevini görür. Başbakan Erdoğan dahil son 10 yıllık
muhafazakâr iktidarımızın üyelerine yönelik her sözün, hareketin, çizginin
hemencecik dava konusu yapılması da bu geleneğin bugünkü görünüm biçiminden
ibaret.
Uzattım. Meselenin bana göre asıl önemi şurada:
Bu kutsallık anlayışı, bu cezalandırıcı nobran bakış, “işin
sırrı terbiyede” orta yolculuğuyla çözülecek bir sorun değil. Bunun altında
kafalardaki kalıplara uymayan her şeyin imhasını elzem gören fanatik toplum
tasarımcılığı yatıyor, ilkinde aportta, ikincide uykuda.
Erzurum’da, “Genlerine bakalım, vatana millete yaramaz
çocuklar olacaksa baştan işlerini bitirelim” diyen öğretmen, aynı “nesilleri
yetiştirme” mantığının, aynı pedagojinin, aynı çocuk ve genç düşmanlığının
billurlaşmış hali. “Taş atan çocuklar”ı ailelerinden alalım diyenlerle aynı
siyasal-kültürel genetikten geliyor, mesela. Ona kolayca kızanlar, önce
kendilerine baksınlar, içlerindeki cezacıyı, terbiyeciyi yok mu etmişler, yoksa
“başkalarının çocuklarına ve gençlerine” mi saklamışlar? Mesela şu an ekmeksiz
susuz viranelerde, cezaevlerinde, toprak altlarında yatan çocuklara ve gençlere…
Yorumlar
Yorum Gönder