Hapishanedeki zından
Hukuk teorilerine göre hapishane, hukuken suç sayılan fiili
işlediği uygun hukuki prosedürle kanıtlanmış kişilerin belirlenmiş bir süre
için kapatılması gereken yer. Suç henüz kanıtlanmadan ama kuvvetli suç şüphesi,
dolayısıyla kaçma ihtimali ve kaçınca da suçun delillerini yok etme ihtimali
bulunanları da kapatıyor ceza sistemleri, buna da tutukluluk deniliyor.
Ceza sistemleri kendilerini toplamda “adalet”i
gerçekleştirme aracı olarak satar. Türkiye’de işin teorisi, tarihi gelişimi vs.
açıdan sayısız sorun var, zaman zaman iktidarlar da bunu dile getirir, sadece
son dönemlerin AK Parti iktidarı değil, ona gelene kadarkiler de adalet
sisteminden yakınmayı hiç ihmal etmedi. Bu yazı, ne iktidarların bu
söylemlerine dair bir ifşaatı, ne iktidarın ceza sistemini ve dolayısıyla da
onun uygulama mekanlarından hapishanelerin politik kullanımını konu ediyor.
Bu yazı hapishane denilen şeyin kendisinin adalet idealiyle hiç
de söylendiği kadar güçlü bir bağının olmadığına dair bir vakayı, dün
gazetelerden ve internet sitelerinden haber verilen bir vakayı konu ediniyor.
Öykü şöyle:
Bir yurttaş suç işler. Ceza alır. Hapisteyken bir iddiaya
göre başka üç mahkum tarafından dövülüp merdiven boşluğuna atılarak felç
edilir, kendi ifadesine göre intihara kalkışmıştır. Suçun ne olduğu önemsiz.
“Siyasi” de değil.
Yurttaşa bakmak için kardeşi de gönüllü olarak hapse girer.
Üç aydır da orada. Anlaşılıyor ki kardeşi bırakılmazsa daha uzun süre de
kalacak. Evet, olağanüstü bir kardeşlik öyküsü. Kardeşliğin ölmediğini gösteren
bir öykü. Ama konu hapishane olunca adaletin ölü olduğunu da gösteren bir öykü.
Ailenin talebi, “tedavi olup kendisine bakar hale gelene kadar cezasının
ertelenmesi.” Henüz bir ses çıkmamış adalet sisteminden.
Çıkması da zor.
Hapishanelerin adaletin gerçekleşmesiyle sanıldığı kadar
güçlü bir ilişkisi bulunsaydı, asıl hedef gerçekten adalet idesi olsaydı,
sistem çoktan ses verirdi. Çünkü kendisine bakamayacak kadar hasta (burada
felçli) birinin cezaevinde tutulmasından bir hukuki fayda beklenemez. Teoriye
göre mahkûmlar a) ıslah ve b) yaptıklarının ödetilmesi ve c) kamu vicdanının
tatmini için hapiste tutulur. Cezaevinde felç olmak yeterince ödetme değil mi?
Islah olacak ne kaldı? Kamu, böyle birinin tutulmasını isteyecek kadar
vicdansız mı? Belki de öyledir, kim bilir; bu kadar adaletsizliğe kamudan bir
ses gelmediğine göre…
Tedavi bekleyen başkaları da var, onlar bekliyor, hastalık
beklemiyor ve ölüyorlar. Ve kamu sessiz, evet.
Başka cezaevlerinde sık görülen bir vaka daha var, kadın
mahkûmlar küçük çocuklarını yanlarında tutar. Şimdi, ceza hukuku teorileri
“suçun şahsi” olduğunu söyler; tarihi hayli eskilere giden bir ilke bu. Örneğin
Osmanlılar, “Ata cürmü için evlada eziyet caiz değildir” sözüyle ifade ederler
bunu; “Her koyun kendi bacağından asılır” kalıp sözü de bu anlamıyla bir hukuk
ilkesi. Oysa ilk öyküdeki kardeş ya da anneleriyle kalan çocuklar bu ilkenin
“ilkeli biçimde” uygulanmadığının göstergesi, uygalanamayacağının. Ceza ve
tutukevi denilen yerlerin içinde halen bir de “zından”ın gizlendiğini gösterir
örnekler.
Cezaevlerindeki politik tutuklu ya da mahkûmlara yönelik
tecrit, baskı ve yer yer işkenceye varan uygulamalardaki katılık (anlatılan
nedenlerle) şaşırtıcı değil: En sıradan mahkûm için bile adalet kavramı
gelişmeyen bir sistemde politik muhalifler, yani toplum değil ama iktidarlar
açısından “tehlikeli” sayılan kişiler için, o iktidarlar eliyle adalet nasıl
beklenir? Şaşırtıcı değil ama daha iyi bir toplum isteyen varsa, şaşırmasa da
kızmalı, ses çıkarmalı. İçerdeki nüfus hızla büyüyor, kimin aday olduğu da hiç
belli değil.
“Bir masum boş yere yatacağına bir suçlu serbest kalsın”
türünden gösterişli adalet vecizeleri daima, “kim yatarsa yatsın, hapishaneler
bana lazım” diye telaffuz eder iktidarlar.
Osmanlı siyasal düşünürlerinden Koçi Bey’le bitirelim,
sadece döneminin iktidarını uyarmıyordu Koçi Bey: “Küfr ile dünya durur,
zulmile durmaz.”
Yorumlar
Yorum Gönder