Dinibir uğruna giden Ermeni
Bir mahkeme kararı nedir? Bir ağır ceza kararı? Her şeyden
önce bir cümledir. İddia makamının (ve elbette müdahillerin) ve savunmanın
kurduğu cümleleri tartıp yargıç tarafından kurulan bir cümle. Bu cümle
yargılananlar hakkında bir yaptırım öngörmesinin (veya öngörmemesinin) yanında
bir anlam daha taşır: Topluma gerçeği sunma iddiasındadır bir karar. “Bu, böyle
oldu” der.
Hrant Dink davasında da bu böyle oldu. Mahkeme, “Örgüt yok. Katile
bu kadar, azmettirene şu kadar ceza verdim. Kalanları da salıverdim” dedi. Bir
kişi hakkında da hüküm kurmayı unuttu, az görülen bir hata. Ama diğer kararlar
az görülen türden değil.
Devamında karar kadar tuhaf şeyler oldu, kararın
tuhaflığından kaynaklanan şeyler. Dava, teknik hukuki anlamıyla bir kamu davası
olan dava, en geniş anlamıyla kamuda görülen bir davaya dönüşüverdi. Toplumsallaştı.
Bu kadarı ne Ergenekon davalarında, ne KCK davalarında ne de bilinen başka bir
davada görüldü. Karardan memnun olmayan müdahiller, müdahillerin dostları ve
destekçileri, adalet tecellisi için nöbet tutanlar değildi sadece, Başbakan Erdoğan
ve Başbakan Yardımcısı Arınç da memnun olmamıştı.
En tuhafıysa yargıcın konuşmasıydı: O da memnun olmamıştı!
“Deliller yetmedi, vicdanım rahat değil” minvalinde açıklamalar yaptı. Arınç
derhal yanıt verdi ama burada bitmedi, bir kişi daha konuştu: Savcı. Ona göre
de deliller yeterliydi, örgüt ortadaydı.
KİM HAKLI, HAKİM Mİ SAVCI MI?
Böylece biz, karar cümlesini kurup açıklayan yargıcın,
yargılama heyetinin ana figürlerinden savcının duruşmadan el çekmediğini
anlamış olduk. Oysa karar açıklandıktan sonra yargılamanın unsurları susar; en
azından son sözünü söylemiş olan yargıcın başka söz söylememesi gerekir. Demek
ki dosyadan el çekmemiş, çekememiş. Bunun anlamı celsenin bitmediğidir.
Evet, Hrant Dink duruşması, bitmeyecek bir duruşma.
Yargıdaki (hem mevzuat açısından hem de yargının düzenlenişi ve işleyişi
açısından) bütün sorun ve sıkıntıları sahneleyen bitmeyecek bir duruşma.
Mevzuat açısından sorun şu:
Özel yetkili mahkemeler, Terörle Mücadele Kanunu denilen ve
hem Ergenekon hem de KCK davalarında bütün diğer kanunların (evet, anayasa
dahil, öyle anlaşılıyor) üstünde yer olduğu anlaşılan kanuna bakarak çalışır. Bu
kanun devleti-egemenliğin yapısını koruyup kollayan bir kanun olarak, sistemin
içindeki olağanüstü hal’in beyanı ve emirlerini içerir. Biz Hrant Dink
davasında, legal-illegal, silahlı-silahsız politik muhalefet hareketleri
dışında bir “hareket” söz konusu olduğunda “kanunun ruhu”nun adalet için hiç de
biçilmiş kaftan olmadığına tanık olduk. “Deliller örgüt için yetersizdi” diyen
yargıçla, “yeterliydi” diyen savcından birinin haklı olduğunu düşünebilir insan
ilk bakışta; hiç doğru olmaz bu. Mantıksal açıdan tuhaf, ama hakikat açısından
değil: İkisi de haklı değil.
Evet, toplandığı kadarıyla bile deliller yetersiz değil,
fakat kararda ilan edilecek “gerçek” konusunda müdahillerin araştırma
taleplerinin önemli kısmının geri çevrilmesinde savcılığın yargılama boyunca göstermiş
olduğu etki, Türkiye’de yargılamanın düzenine hakim olan sorunu ortaya
koyuyordu aslında:
‘CUMHURİYET’ VE ‘TOPLUM’
Savcılar, özellikle özel yetkili mahkemelerin savcıları,
devletin onay vereceği “maddi gerçek”lerin tesisi dışında adalet hedefi etkin
çaba göstermezler. Onlar “cumhuriyet”in savcısıdırlar ve cumhuriyetimiz
toplumuna karşı kurulmuştur. Yargı sisteminde savunma-savcı güç eşitliğini
sağlamaya hem kanun koyucunun ayak diremesi hem de fiilen yargılamalarda
savcıların bu eşitsizliği eze eze gösterme eğilimleri, Türkiye’de hukukun
“devletin bir çevirme aygıtı”ndan fazlası olmayışının bir sonucu.
Devlet ve hükümet yetkililerinin kendilerini konuşmak zorunda
hissetmeleri, idarenin, politik örgütlenişin icaplarını adaletin tecellisinin
önünde gören sistemin deşifrasyonuna engel olma çabasından ibaret. Yargıç ve
savcının konuşması, sistemin kendilerine yönelttiği talebi karşılama
çabalarının yarattığı ağır adaletsizlik halinin üstlerine yıkılması telaşının
bir sonucu.
Hrant Dink cinayeti, genelde azınlıklar özellikle de 1915
hakikatini örtülemeye yönelik politik ve ideolojik hedeflerin topluma
pompalanmasının ne yazık ki şaşırtıcı olmayan ama yakıcı bir sonucuydu. İsmail
Saymaz’ın kitabının adındaki mükemmel tanımlamayla bir “Milli Mutabakat
Cinayeti”ydi bu da. Hrant Dink davasındaki karar, aynı ideolojik ve politik
hedeflerin sağlanması ve muhafazası için düzenlenen yargının, yani “Milli
Mutabakat Yargısı”nın adalet hedefinden ne kadar uzak kalacağını gösterdi.
BİR UMUT
Davanın toplumsallaşması, “dinibir uğruna giden Ermeni”lerin
sonuncusunun Hrant Dink olmasını arzulayanların varlığıyla yakından ilgili. Bu
ilgi bir umut, zayıf belki, ama en zayıf umut bile şu karanlıkta güç veriyor.
Şimdi soru şu:
Devletin tanımladığı ve hiçbir zaman adil olmayan “gerçek”
mi kazanacak, barış içinde bir arada yaşayabilen bir toplumun ihtiyacı olan ve
adalet hedefini üstün tutan “gerçek” mi kazanacak? Bu davadaki toplumsallık
Türkiye’deki yargı düzenlenişinin toplumun adalet arzu ve hedefine uygun bir
mücadeleye dönüşebilir mi?
Dönüşemezse hem “dinibir uğruna” hem de “milletibir” uğruna
canların gideceği karanlık günler daha uzun sürecek demektir, ne yazık ki.
"Dinibir uğruna", İslam'ın hakim din olması için yapılması gereken fiilleri tanımlayan özel bir terim. 1915 hakkındaki yakıcı bir ağıtta geçer. "Milletibir uğruna" ifadesini, devletin tek ulusa dayandığı ideolojiyi ve onun bu uğurdaki fiillerini tanımlamak üzere kullandım.
(20 Ocak 2012, Radikal İnternet'te yayınlandı.)
Yorumlar
Yorum Gönder