Bir eylem ve felsefe adamı olarak Sartre
Sartre, Che Guevera ile söyleşide... |
Ağır bir kitap hakkında hafif bir yazı ya da Varlık ve Hiçlik çevirisine övgü
EVİNDAR A. DURAN
Varlık ve Hiçlik, efsane bir yazarın elinden çıkma efsane bir felsefe kitabıdır; geçen yüzyılın diğer bir büyük varoluşçu metni olan Heidegger’in yine bir efsane olan Varlık ve Zaman’ından 16 yıl sonra, 1943’te, ikinci dünya savaşı yıllarında kaleme alınan ve basılan bir efsane.
*
Kitap, Jean Paul Sartre efsanesinin büyüyüp neredeyse bütün dünyayı ve elbette Türkiye’yi de kapladığı yıllar boyunca, efsanenin efsanesi olarak konuluşup durdu. Sartre efsanesinin Türkiye’de iki yönü öne çıktı: O elbette önemli bir felsefeci olarak anılıyordu ama Türkiye’de iki yönü, felsefesinin hem gereği hem de araçları olan iki yönü, romancılığı ve eylem adamlığı yönleri, felsefesinin kavramsal yönlerinden daha önde oldu hep. Bu da bir bakıma doğaldı, öncelikle salt kavramsal düşünmeye, felsefeye belli bir mesafesi olan bir kültür iklimiydi bizimki; buna karşılık eylem ya da ürün içinde somutlaştırılmış düşünceler, başka deyişle eylem ya da ürün aracılığıyla, eylem ya da ürün içinde, eylem ve ürün olarak serimlenen düşünceler her zaman daha ilgi çekiyordu. Sartre’da ikisi de vardı: Hem bir eylem adamıydı o, hem de edebi metinler üretiyordu. Edebiyat aracılığıyla düşünmeyi bilen, düşüncelerini edebiyat aracılığıyla serimlemeyi seven, edebiyatla örneğin politika yapmakta bir hayli ustalaşmış yazar ve okurların bulunduğu bir ülkede Sartre, sadece dönemin Avrupa ve dünya modalarının etkisiyle değil, onlardan bağımsız biçimde de görebileceği bir ilgiyi görüyordu. Üstelik ülke, 1960’ların başından itibaren, 1980’de bir askeri darbeyle kesildiğinde artık bir iç savaş halini almış bulunan bir politik mücadeleler çağına giriyordu, bu nedenle, eylemleri de felsefesinin bir boyutu ve anlatımı olan bir filozof, felsefesini edebiyat kalıbına da dökebilen bir yazar hemen her şeyiyle efsaneye dönüşebilirdi, dönüştü. “Türkiye bir Sartre çağı yaşamıştır” demek bugün abartılı görünebilir, ama Türkiye’de bir Sartre kuşağı oluştuğunu, 1950’lerden itibaren okuma yazma ve eylem dünyası içinde yer almış hemen herkeste bir Sartre izi bulunduğunu söyleyebiliriz. O dönemde romanları, öyküleri, oyunları peş peşe basıldı, eylemleri, açıklamaları gecikmeden haberleşti, konuşuldu, tartışıldı, özdeyişleri dilden dile gezdi, yazarların, şairlerin eserlerinde yankı buldu.
Edebi eserlerinin yanı sıra, eylemleri de sürekli yankılanıyordu: Cezayir isyanında ülkesi Fransa’ya karşı tavır alıyor, yasaklara itirazını gösterebilmek için sokaklarda Maocu dergiler satıyor, ödülleri kabul etmiyor, bu arada koskoca Nobel’i, İsveç halkına sevgilerini ileterek, ama Nobel komitesine nezaket kaplı ağırca bir yanıtla reddediyordu...
*
Sartre, edebiyata ve eyleme yakınlığıyla bilinen büyük Fransız yazarlar zincirinin bir halkası gibiydi bu yanıyla, ancak onu Voltaire, Rousseau, Diderot ve D’Alembert, hatta Zola ya da Proust gibi öncüllerinden ayıran önemli bir fark vardır yine de: Edebi ürünleri ve eylemleri, düşüncesinin olağan bir sonucu, ürünü değildir sadece, düşüncesinin araçlarıdır da. Örneğin, Fransa’ya karşı Cezayir’i haklı bulduğunu açıklarken, Batı’ya karşı Sovyetler’in yanında olduğunu ilan ederken, Vietnam nedeniyle ABD’yi yargılarken, Sosyalizmin kazanmasını canı gönülden arzuladığını her fırsatta dillendirirken Sartre’ı, Voltaire’in “Senden nefret etsem de özgürlüklerini savunmak için ölümü göze alabilirim” mealindeki özdeyişine uygun davranan biri olarak kavramak yetersiz olur. Voltaire’in sözünde cisimleşen anlayış, ne kadar muteber olursa olsun, kabullendiği ilkeye uygun davranma erdemiyle sınırlıdır; Sartre ise bundan daha ileri giden bir konumdadır. Sartre için eylemleri, elbette hem tanımladığı ilkelerle uyumlu, hem de politik ve ahlaki sorumluluğunun bir parçasıdır, ama ayrıca kendini var etmenin, varoluşunun temininin bir aracıdır; yani eylemlerinin sadece ahlaki değil, varlıksal bir yanı da vardır. Söylemek bile gereksiz, sadece dünyayı anlamaya çalışmakla yetinen düşünür tipinden çok uzaktır Sartre, ama eylem anlayışıyla dünyayı değiştirmek gerektiğine inanmış düşünürlerden de farklılaşır. Onun, uygulayarak getirdiği teklif, kendisini de değiştirme mecburiyetidir. O halde bu bahsi şöyle özetleyebiliriz: Edebiyat ve eyleme yakın Fransız düşünürler geleneğinden gelen, eylemciliğini Marks’a yaslanarak devrimci bir eylemcilik olarak kuran Sartre, önemli bir de fark yaratır. Sartre farkı diyeceğimiz şeydir bu: Daima eylemeliyiz, eylem sadece hazır kuramlarımızın, anlayışlarımızın bir uygulaması olmamalı, dünyayı değiştirebilmeli, ama burada da duramayız, kendimiz de değişmeliyiz; sadece dünyayı gelmiş olmakla var olamayız, sadece düşünmek de buna yetmez, düşünmek, eylemek, değişmek, değiştirmek ve bunları bıkmadan yenilemek, yinelemek zorundayız. “Özgürlüğe mahkumuz.” “Var mısın, yok musun” diye soran adamdır o sürekli, en azından ve en önce kendisine... İşte Türkiye’de 1960 ve 70’lerde Sartre’ın edebiyatına ve eylemci yanına yönelik yoğun ilginin arkasında (bu türden analizlerle pek barışık olmasa da) okuyarak, yazarak ve eyleyerek değişimler yaratmaya yönelen, eyleme mecburiyetinde olduğunu sezen insanın yükselişi yatar; Yaşar Kemal’in deyimiyle ‘mecbur insan’dır bu. Bu ‘mecbur insanlar’ şimdilik ‘pratik Sartre’ diyebileceğimiz bir Sartre’ı pek sevdiler, özetle.
Bu sevginin, ilginin bir göstergesi olarak, filozof öldüğünde, 1980'de gazetelerde ve dönemin tek televizyonu olan TRT'de haberdi: Ölümünün ardından da Türkiye’de Sartre ilgisi kesilmedi; ama ‘dışarı yönelebilen’ eylemin olanakları neredeyse sıfırlandı. Bu vakitlere kadar, önemsiz sayılmayacak istisnalara rağmen, kavramsal metinlerine ilgi tali kalmıştı filozofun. Ancak edebi ve eylemsel Sartre rüzgarı dindikten sonra kavramsal Sartre yavaş yavaş öne çıktı.
*
Filozofun büyük kitabı, kavramsal Sartre’ın felsefe alanındaki dev eseri Varlık ve Hiçlik, o ilginin canlı olduğu yıllarda yazarı gibi bir efsaneydi: Efendim, işte birkaç ayda yazılmıştı, Varoluşçuluk tarihinin dönüm noktalarındandı, zordu, çevrilmesi de çok zordu... Çevirinin gecikmesinde metnin zorluğunun da payı olması büyük ihtimal; ama galiba gecikmenin arkasında, eylem ya da ürün içinde serilmenmiş düşünceyi, kavramsal düşünceye yeğ tutan bir kültürel iklimin tercihlerini görmek daha doğru olur. Zor, zorlu metinleri Türkçeye kazandırmayı görev bilmiş usta çeviri emekçilerinden Turhan Ilgaz, ilk olarak daha 1966’da, yani 43 yıl önce emektar kültür adamlarımızdan Memet Fuat’a çevirme arzusunu aktardığını, “Adını nasıl çevireceksiniz peki” sorusuyla karşılaştığını, bu sorunun çevirinin tamamlandığı bugün bile geçerli olduğunu anlatıyor önsözde. Turhan Ilgaz’ın aktardığı öykücük bir yanıyla “Gençlik cüretiydi bizimki” alçakgönüllüğünü barındırıyor, öte yanıyla da kavramsal ilginin bu cesaretin işe koyulmasını, daha erken sonuç almasını sağlayamayacak kadar zayıf olduğunu anlatıyor. “Aslında şimdi tam zamanı” diyecek değiliz ama, felsefe metinlerinin çevirisindeki hızlanmaya (örneğin, bir başka efsane varoluşçunun, Martin Heidegger'in Varlık ve Zaman'ının 10 ay kadar önce Türkçedeki ikinci çevirisi çıktı) bakarak, gecikmeye fazla hayıflanmaya da gerek olmadığını söyleyebiliriz: Çevrildi, usta ve emektar bir kültür adamı olan Turhan Ilgaz’la genç bir akademisyen olan Gaye Çankaya‘nın imzalarıyla. Geriye okumak kalıyor.
*Okumak, ama neden, nasıl? Ağır bir kitap bu. 747 sayfa; Turhan Ilgaz çevirinin üç yıl sürdüğünü söylüyor. Çevirmen önsözde “tuğla” diyor. Evet, felsefe duvarında bir tuğla, o duvarda önemli bir tuğla; duvarcıların, yani felsefecilerin, filozofların mutlaka uğraşmak isteyecekleri bir tuğla. Elbette, düşünmenin tek yolu felsefe değil, zorunlu yolu da değil, belki en verimli yolu olmadığı da bir gün o kadar itiraz görmez, ama çok çok önemli bir yolu olduğu kesin. Yani düşünme işine yarar felsefe, hem felsefecinin, hem takipçilerinin, okurlarının düşünme işine; daha da önemlisi ama ulusların, uygarlıkların düşünme işine yarar. General de Guelle, Fransa’ya isyan bayrağını açan Cezayir’i haklı bulduğu için, yani Fransa’yı haksız gördüğü, eleştirdiği için filozofun hapse atılmasına izin vermediğinde, “Sartre Fransadır” derken, bunu söylüyordu. Romalı devlet adamlarından miras bir güzel söz söyleme merakının ürünü saymamak gerekir bu lafı sadece, general biliyordu ki felsefe, en bireyci filozofunki bile, daima kamusal, ulusal-uygarlıksal bir iştir. Uluslar, uygarlıklar düşünene hiç hoş bakmadığı zaman ve yerde bile böyledir bu. Dolayısıyla Varlık ve Hiçlik'i Sartre'ın bir kitabı olarak okuyabiliriz, varoluşçuluğa yönelik ilgiler nedeniyle okuyabiliriz, bir filozofu tanımak için okuyabiliriz, bir Fransız filozofunun bir metni olarak okuyabiliriz... en önemlisi de içinde yaşadığımız coğrafya, o coğrafyanın bulunduğu dünya hakkında düşünmek, eylemek için okuyabiliriz; asker eskisi Fransız cumhurbaşkanının sözüne atfen, Türkiye olarak okuyabiliriz!
*
“2000'li yıllarda Sartre artık, varoluşa dair bir iç sıkıntısının değil, politik ve ahlâki sorumluluğun filozofu olarak yeniden okunmakta, felsefi eserleri de bu gözle yeniden elden geçirilmektedir. Ölümünden sonra yayımlanan metinleri, politik ve etik bağlanmaları, geçirdiği felsefi dönüşümler göz önünde bulundurulduğunda fark edilir ki Sartre, insani gerçekliğin içerdiği problemlere, döneminin politik ve ahlâki sorgulamalarına duyarlı bir entelektüel olarak yaşamış, düşüncesi ve yaşamı arasındaki bağı her an yeniden oluşturmaya çalışmış bir filozoftur. Sartre, sabırlı bir okuyucuya yalnızca felsefi bir söylem sunmaz. Sartre okumak, Sartre'ın yaşadığı döneme ve dünyaya onun gözlerinden bakarak şahit olmaktır.” (Radikal Kitap, 24 Haziran 2005 tarihli nüsha)
Sartre'ın yaşadığı döneme ve dünyaya, onunla gözleriyle bakmak kuşkusuz önemli, bu gözler, kendi gözlerimizi de, bakışımızı da etkileyecek kuşkusuz. Nasıl mı? Bir başka büyük Fransız filozofu, düşünürü Gilles Deleuze konuşuyor: “Sartre'dan o sanki geçmiş bir çağa aitmiş gibi söz ediyoruz. Yazık! Aslında daha ziyade bizler bugünkü ahlaki düzende ve konformizmde “geçmiş” sayılırız. En azından Sartre gelecek anları, düşüncenin hem özel hem kolektif bir güç olarak, kendini gözden geçirip bütünlüklerini yeniden kuracağı ele alışları muğlak biçimde beklememize izin veriyor. Bu yüzden Sartre hala bizim hocamız.” (Issız Ada ve Diğer Metinler içinde, “Benim hocamdı” başlıklı yazıdan. Bağlam Yayınları)
İşte, neden okumalı, nasıl okumalı sorusuna bir yanıt daha: Varlık ve Hiçlik, durup dinlenmeden nöbet tutan insanlardan birinin eseri; “asla uyumamak gerek” diyenler için...
Daha mı çok varoluşçuluktan bahsetmek gerekirdi, yazının yarısını geçmişken, yazarı Sartre olan bir kitaptan bahsediyorsak? Evet, Sartre varoluşçuluğu hem ülkesinde, hem ülkemizde hem de dünyada meşhur eden, modalaştıran adamdır; evet, o Pascal, Kirkegaard, Nietzsche, Heidegger ve Dostoyevski gibi varoluşçuluk denildiğinde el kitaplarında, ansiklopedilerde, felsefe sözlüklerinde adları geniş geniş anılan insanlardan biridir. Ancak Varlık ve Hiçlik'in yazarı, edebiyatçılığı ve felsefeciliğinin yanı sıra çok önemli bir eylem adamıdır ve bu yönüyle varoluşçuluğu aşan bir isimdir: İşte, Varlık ve Hiçlik'i, dolayısıyla da Sartre'ı okumak için bir neden ve bir okuma biçimi teklifi daha... Nitekim, Gaye Çankaya bize bugün Sartre'ın politik sorumluluk ve ahlak felsefesi açısından konuşulup tartışıldığını haber veriyor:
Yazar, filozof, düşünme, düşünce, politik sorumluluk, ahlaki sorumluluk dedik madem, sözü Sartre'a verelim; Sartre, politik ve ahlaki sorumluluğun kendi çağındaki zirvelerinden biri için, Nazım Hikmet için konuşuyor:"Biliyordu ki, insan yapılacak bir şeydir ve hiç bir yerde yapılmamıştır. Durmadan düşmanla savaşarak kendi kendini yaratmıştır; sözün kısası, Pascal’ın Hıristiyan için dediği ve bugün militan için, Nâzım Hikmet dolayısıyla aydın militan için denebileceği gibi, “asla uyumamak” gerekliydi. O asla uyumadı. Harikulade olan şudur ki, ölüm onun ilk ve son uykusu oldu.Durup dinlenmeden nöbet tutan bir insanın eserleri, ölümünden sonra da sizin için aynı işi yapıyor.”
(Mesele Kitap Dergisi Sayı 32, Ağustos 2009)
Varlık ve Hiçlik, efsane bir yazarın elinden çıkma efsane bir felsefe kitabıdır; geçen yüzyılın diğer bir büyük varoluşçu metni olan Heidegger’in yine bir efsane olan Varlık ve Zaman’ından 16 yıl sonra, 1943’te, ikinci dünya savaşı yıllarında kaleme alınan ve basılan bir efsane.
*
Kitap, Jean Paul Sartre efsanesinin büyüyüp neredeyse bütün dünyayı ve elbette Türkiye’yi de kapladığı yıllar boyunca, efsanenin efsanesi olarak konuluşup durdu. Sartre efsanesinin Türkiye’de iki yönü öne çıktı: O elbette önemli bir felsefeci olarak anılıyordu ama Türkiye’de iki yönü, felsefesinin hem gereği hem de araçları olan iki yönü, romancılığı ve eylem adamlığı yönleri, felsefesinin kavramsal yönlerinden daha önde oldu hep. Bu da bir bakıma doğaldı, öncelikle salt kavramsal düşünmeye, felsefeye belli bir mesafesi olan bir kültür iklimiydi bizimki; buna karşılık eylem ya da ürün içinde somutlaştırılmış düşünceler, başka deyişle eylem ya da ürün aracılığıyla, eylem ya da ürün içinde, eylem ve ürün olarak serimlenen düşünceler her zaman daha ilgi çekiyordu. Sartre’da ikisi de vardı: Hem bir eylem adamıydı o, hem de edebi metinler üretiyordu. Edebiyat aracılığıyla düşünmeyi bilen, düşüncelerini edebiyat aracılığıyla serimlemeyi seven, edebiyatla örneğin politika yapmakta bir hayli ustalaşmış yazar ve okurların bulunduğu bir ülkede Sartre, sadece dönemin Avrupa ve dünya modalarının etkisiyle değil, onlardan bağımsız biçimde de görebileceği bir ilgiyi görüyordu. Üstelik ülke, 1960’ların başından itibaren, 1980’de bir askeri darbeyle kesildiğinde artık bir iç savaş halini almış bulunan bir politik mücadeleler çağına giriyordu, bu nedenle, eylemleri de felsefesinin bir boyutu ve anlatımı olan bir filozof, felsefesini edebiyat kalıbına da dökebilen bir yazar hemen her şeyiyle efsaneye dönüşebilirdi, dönüştü. “Türkiye bir Sartre çağı yaşamıştır” demek bugün abartılı görünebilir, ama Türkiye’de bir Sartre kuşağı oluştuğunu, 1950’lerden itibaren okuma yazma ve eylem dünyası içinde yer almış hemen herkeste bir Sartre izi bulunduğunu söyleyebiliriz. O dönemde romanları, öyküleri, oyunları peş peşe basıldı, eylemleri, açıklamaları gecikmeden haberleşti, konuşuldu, tartışıldı, özdeyişleri dilden dile gezdi, yazarların, şairlerin eserlerinde yankı buldu.
Edebi eserlerinin yanı sıra, eylemleri de sürekli yankılanıyordu: Cezayir isyanında ülkesi Fransa’ya karşı tavır alıyor, yasaklara itirazını gösterebilmek için sokaklarda Maocu dergiler satıyor, ödülleri kabul etmiyor, bu arada koskoca Nobel’i, İsveç halkına sevgilerini ileterek, ama Nobel komitesine nezaket kaplı ağırca bir yanıtla reddediyordu...
*
Sartre, edebiyata ve eyleme yakınlığıyla bilinen büyük Fransız yazarlar zincirinin bir halkası gibiydi bu yanıyla, ancak onu Voltaire, Rousseau, Diderot ve D’Alembert, hatta Zola ya da Proust gibi öncüllerinden ayıran önemli bir fark vardır yine de: Edebi ürünleri ve eylemleri, düşüncesinin olağan bir sonucu, ürünü değildir sadece, düşüncesinin araçlarıdır da. Örneğin, Fransa’ya karşı Cezayir’i haklı bulduğunu açıklarken, Batı’ya karşı Sovyetler’in yanında olduğunu ilan ederken, Vietnam nedeniyle ABD’yi yargılarken, Sosyalizmin kazanmasını canı gönülden arzuladığını her fırsatta dillendirirken Sartre’ı, Voltaire’in “Senden nefret etsem de özgürlüklerini savunmak için ölümü göze alabilirim” mealindeki özdeyişine uygun davranan biri olarak kavramak yetersiz olur. Voltaire’in sözünde cisimleşen anlayış, ne kadar muteber olursa olsun, kabullendiği ilkeye uygun davranma erdemiyle sınırlıdır; Sartre ise bundan daha ileri giden bir konumdadır. Sartre için eylemleri, elbette hem tanımladığı ilkelerle uyumlu, hem de politik ve ahlaki sorumluluğunun bir parçasıdır, ama ayrıca kendini var etmenin, varoluşunun temininin bir aracıdır; yani eylemlerinin sadece ahlaki değil, varlıksal bir yanı da vardır. Söylemek bile gereksiz, sadece dünyayı anlamaya çalışmakla yetinen düşünür tipinden çok uzaktır Sartre, ama eylem anlayışıyla dünyayı değiştirmek gerektiğine inanmış düşünürlerden de farklılaşır. Onun, uygulayarak getirdiği teklif, kendisini de değiştirme mecburiyetidir. O halde bu bahsi şöyle özetleyebiliriz: Edebiyat ve eyleme yakın Fransız düşünürler geleneğinden gelen, eylemciliğini Marks’a yaslanarak devrimci bir eylemcilik olarak kuran Sartre, önemli bir de fark yaratır. Sartre farkı diyeceğimiz şeydir bu: Daima eylemeliyiz, eylem sadece hazır kuramlarımızın, anlayışlarımızın bir uygulaması olmamalı, dünyayı değiştirebilmeli, ama burada da duramayız, kendimiz de değişmeliyiz; sadece dünyayı gelmiş olmakla var olamayız, sadece düşünmek de buna yetmez, düşünmek, eylemek, değişmek, değiştirmek ve bunları bıkmadan yenilemek, yinelemek zorundayız. “Özgürlüğe mahkumuz.” “Var mısın, yok musun” diye soran adamdır o sürekli, en azından ve en önce kendisine... İşte Türkiye’de 1960 ve 70’lerde Sartre’ın edebiyatına ve eylemci yanına yönelik yoğun ilginin arkasında (bu türden analizlerle pek barışık olmasa da) okuyarak, yazarak ve eyleyerek değişimler yaratmaya yönelen, eyleme mecburiyetinde olduğunu sezen insanın yükselişi yatar; Yaşar Kemal’in deyimiyle ‘mecbur insan’dır bu. Bu ‘mecbur insanlar’ şimdilik ‘pratik Sartre’ diyebileceğimiz bir Sartre’ı pek sevdiler, özetle.
Bu sevginin, ilginin bir göstergesi olarak, filozof öldüğünde, 1980'de gazetelerde ve dönemin tek televizyonu olan TRT'de haberdi: Ölümünün ardından da Türkiye’de Sartre ilgisi kesilmedi; ama ‘dışarı yönelebilen’ eylemin olanakları neredeyse sıfırlandı. Bu vakitlere kadar, önemsiz sayılmayacak istisnalara rağmen, kavramsal metinlerine ilgi tali kalmıştı filozofun. Ancak edebi ve eylemsel Sartre rüzgarı dindikten sonra kavramsal Sartre yavaş yavaş öne çıktı.
*
Filozofun büyük kitabı, kavramsal Sartre’ın felsefe alanındaki dev eseri Varlık ve Hiçlik, o ilginin canlı olduğu yıllarda yazarı gibi bir efsaneydi: Efendim, işte birkaç ayda yazılmıştı, Varoluşçuluk tarihinin dönüm noktalarındandı, zordu, çevrilmesi de çok zordu... Çevirinin gecikmesinde metnin zorluğunun da payı olması büyük ihtimal; ama galiba gecikmenin arkasında, eylem ya da ürün içinde serilmenmiş düşünceyi, kavramsal düşünceye yeğ tutan bir kültürel iklimin tercihlerini görmek daha doğru olur. Zor, zorlu metinleri Türkçeye kazandırmayı görev bilmiş usta çeviri emekçilerinden Turhan Ilgaz, ilk olarak daha 1966’da, yani 43 yıl önce emektar kültür adamlarımızdan Memet Fuat’a çevirme arzusunu aktardığını, “Adını nasıl çevireceksiniz peki” sorusuyla karşılaştığını, bu sorunun çevirinin tamamlandığı bugün bile geçerli olduğunu anlatıyor önsözde. Turhan Ilgaz’ın aktardığı öykücük bir yanıyla “Gençlik cüretiydi bizimki” alçakgönüllüğünü barındırıyor, öte yanıyla da kavramsal ilginin bu cesaretin işe koyulmasını, daha erken sonuç almasını sağlayamayacak kadar zayıf olduğunu anlatıyor. “Aslında şimdi tam zamanı” diyecek değiliz ama, felsefe metinlerinin çevirisindeki hızlanmaya (örneğin, bir başka efsane varoluşçunun, Martin Heidegger'in Varlık ve Zaman'ının 10 ay kadar önce Türkçedeki ikinci çevirisi çıktı) bakarak, gecikmeye fazla hayıflanmaya da gerek olmadığını söyleyebiliriz: Çevrildi, usta ve emektar bir kültür adamı olan Turhan Ilgaz’la genç bir akademisyen olan Gaye Çankaya‘nın imzalarıyla. Geriye okumak kalıyor.
*Okumak, ama neden, nasıl? Ağır bir kitap bu. 747 sayfa; Turhan Ilgaz çevirinin üç yıl sürdüğünü söylüyor. Çevirmen önsözde “tuğla” diyor. Evet, felsefe duvarında bir tuğla, o duvarda önemli bir tuğla; duvarcıların, yani felsefecilerin, filozofların mutlaka uğraşmak isteyecekleri bir tuğla. Elbette, düşünmenin tek yolu felsefe değil, zorunlu yolu da değil, belki en verimli yolu olmadığı da bir gün o kadar itiraz görmez, ama çok çok önemli bir yolu olduğu kesin. Yani düşünme işine yarar felsefe, hem felsefecinin, hem takipçilerinin, okurlarının düşünme işine; daha da önemlisi ama ulusların, uygarlıkların düşünme işine yarar. General de Guelle, Fransa’ya isyan bayrağını açan Cezayir’i haklı bulduğu için, yani Fransa’yı haksız gördüğü, eleştirdiği için filozofun hapse atılmasına izin vermediğinde, “Sartre Fransadır” derken, bunu söylüyordu. Romalı devlet adamlarından miras bir güzel söz söyleme merakının ürünü saymamak gerekir bu lafı sadece, general biliyordu ki felsefe, en bireyci filozofunki bile, daima kamusal, ulusal-uygarlıksal bir iştir. Uluslar, uygarlıklar düşünene hiç hoş bakmadığı zaman ve yerde bile böyledir bu. Dolayısıyla Varlık ve Hiçlik'i Sartre'ın bir kitabı olarak okuyabiliriz, varoluşçuluğa yönelik ilgiler nedeniyle okuyabiliriz, bir filozofu tanımak için okuyabiliriz, bir Fransız filozofunun bir metni olarak okuyabiliriz... en önemlisi de içinde yaşadığımız coğrafya, o coğrafyanın bulunduğu dünya hakkında düşünmek, eylemek için okuyabiliriz; asker eskisi Fransız cumhurbaşkanının sözüne atfen, Türkiye olarak okuyabiliriz!
*
“2000'li yıllarda Sartre artık, varoluşa dair bir iç sıkıntısının değil, politik ve ahlâki sorumluluğun filozofu olarak yeniden okunmakta, felsefi eserleri de bu gözle yeniden elden geçirilmektedir. Ölümünden sonra yayımlanan metinleri, politik ve etik bağlanmaları, geçirdiği felsefi dönüşümler göz önünde bulundurulduğunda fark edilir ki Sartre, insani gerçekliğin içerdiği problemlere, döneminin politik ve ahlâki sorgulamalarına duyarlı bir entelektüel olarak yaşamış, düşüncesi ve yaşamı arasındaki bağı her an yeniden oluşturmaya çalışmış bir filozoftur. Sartre, sabırlı bir okuyucuya yalnızca felsefi bir söylem sunmaz. Sartre okumak, Sartre'ın yaşadığı döneme ve dünyaya onun gözlerinden bakarak şahit olmaktır.” (Radikal Kitap, 24 Haziran 2005 tarihli nüsha)
Sartre'ın yaşadığı döneme ve dünyaya, onunla gözleriyle bakmak kuşkusuz önemli, bu gözler, kendi gözlerimizi de, bakışımızı da etkileyecek kuşkusuz. Nasıl mı? Bir başka büyük Fransız filozofu, düşünürü Gilles Deleuze konuşuyor: “Sartre'dan o sanki geçmiş bir çağa aitmiş gibi söz ediyoruz. Yazık! Aslında daha ziyade bizler bugünkü ahlaki düzende ve konformizmde “geçmiş” sayılırız. En azından Sartre gelecek anları, düşüncenin hem özel hem kolektif bir güç olarak, kendini gözden geçirip bütünlüklerini yeniden kuracağı ele alışları muğlak biçimde beklememize izin veriyor. Bu yüzden Sartre hala bizim hocamız.” (Issız Ada ve Diğer Metinler içinde, “Benim hocamdı” başlıklı yazıdan. Bağlam Yayınları)
İşte, neden okumalı, nasıl okumalı sorusuna bir yanıt daha: Varlık ve Hiçlik, durup dinlenmeden nöbet tutan insanlardan birinin eseri; “asla uyumamak gerek” diyenler için...
Daha mı çok varoluşçuluktan bahsetmek gerekirdi, yazının yarısını geçmişken, yazarı Sartre olan bir kitaptan bahsediyorsak? Evet, Sartre varoluşçuluğu hem ülkesinde, hem ülkemizde hem de dünyada meşhur eden, modalaştıran adamdır; evet, o Pascal, Kirkegaard, Nietzsche, Heidegger ve Dostoyevski gibi varoluşçuluk denildiğinde el kitaplarında, ansiklopedilerde, felsefe sözlüklerinde adları geniş geniş anılan insanlardan biridir. Ancak Varlık ve Hiçlik'in yazarı, edebiyatçılığı ve felsefeciliğinin yanı sıra çok önemli bir eylem adamıdır ve bu yönüyle varoluşçuluğu aşan bir isimdir: İşte, Varlık ve Hiçlik'i, dolayısıyla da Sartre'ı okumak için bir neden ve bir okuma biçimi teklifi daha... Nitekim, Gaye Çankaya bize bugün Sartre'ın politik sorumluluk ve ahlak felsefesi açısından konuşulup tartışıldığını haber veriyor:
Yazar, filozof, düşünme, düşünce, politik sorumluluk, ahlaki sorumluluk dedik madem, sözü Sartre'a verelim; Sartre, politik ve ahlaki sorumluluğun kendi çağındaki zirvelerinden biri için, Nazım Hikmet için konuşuyor:"Biliyordu ki, insan yapılacak bir şeydir ve hiç bir yerde yapılmamıştır. Durmadan düşmanla savaşarak kendi kendini yaratmıştır; sözün kısası, Pascal’ın Hıristiyan için dediği ve bugün militan için, Nâzım Hikmet dolayısıyla aydın militan için denebileceği gibi, “asla uyumamak” gerekliydi. O asla uyumadı. Harikulade olan şudur ki, ölüm onun ilk ve son uykusu oldu.Durup dinlenmeden nöbet tutan bir insanın eserleri, ölümünden sonra da sizin için aynı işi yapıyor.”
(Mesele Kitap Dergisi Sayı 32, Ağustos 2009)
Yorumlar
Yorum Gönder