Şantiyedeki tören
Kare biçimindeki şantiye kuzey ve batı yönlerinden dimdik
inen iki yokuşun kesiştiği zeminde kuruluydu; her iki tepeden de şantiyenin
duvarlarına kadar birer yol iniyordu ancak kuzeyden inen tepenin dışında hiçbir
yerden içerde neler olduğunu görmek olanaklı değildi. Şantiyenin üç yanında
50"şer metre yüksekliğinde duvarlar örülmüştü, dördüncü yanında, yani
kuzey tarafında ise doğu ve batıdakilerle aynı yükseklikteki duvarlar
30"ar metre uzandıktan bitiyordu. Bu iki duvarın arasında, 40 metre
uzunluğunda ve 20 metre yüksekliğinde bir eşik bırakılmış, eşiğin iki yanına
da, diğer duvarlardan 30"ar metre daha yükseğe çıkan birer sütun
yerleştirilmiş ve sütunlar yukarda bir kemerle birleştirilmişti. Ancak eşiğe
tırmanmak için herhangi bir şey yapılmamıştı; sanki sadece kuşlar içindi
yapılan bina.
Bir süre eşiğin altında boş boş dolandıktan sonra yolu
tırmanmaya karar verdim.
Şantiyeyi bütünüyle görebilecek noktaya gelince durdum ve
etrafı izlemeye koyuldum. Sırtımı kuzeye verdikten sonra, şantiyenin kendisini
saymazsak, sadece batı yamacını görebiliyordum; şantiyenin doğusuyla güneyinde
sadece gökyüzü görünüyordu.
Batıdan gelen yolun iki tarafından kalabalık bir kafile
şantiyeye doğru ilerliyordu. Zaman zaman kafilenin sağdaki dizisinden birkaç
kişi ayrılıp soldakine geçiyor, zaman zaman da bu yer değiştirme ters yönde
gözleniyordu; bazen de bir ya da iki kişi, iki dizinin ortasından bir süre
yürüdükten sonra yerine geçiyor, konuşmanın yasaklandığı izlenimini uyandıran,
belki de dilsizlerin oluşturduğu kafiledeki yerini alıyordu.
Şantiyenin dış duvarı dışında başka bir şey görünmemesine
karşın, yol ve yolun iki kenarından kapıya yürüyen, ayak bileklerinden araç
çekme halatıyla birbirine bağlı esir kafilesi cepheden, mutluluk verici
şarkılar mırıldanıyor gibi duruyordu. Yüz yıldır ur gibi büyüyerek dünyayı
örten bu görkemli kentin içinde, geçmiş zaman minyatürlerine benzeyen bu
manzarayla karşılaşmak, şaşırma yeteneğini kaybeden bizler için bile
etkileyiciydi. Şantiyeye yaklaştığımda, patikanın ikiye böldüğü tepenin
üstündeki düzlükten bana seslenildiğini işittim. Çoğunu tanımadığım bir öbek
insan tepeden aşağıya doğru koşarak, oynayarak, dans ederek, yuvarlanarak
iniyordu. Yönümü onlara çevirdim. Yamacın yarısına ulaşmıştım ki, şantiyenin
sirenleri çalmaya başladı.
Tepeden inen insanlar, sağımdan, solumdan geçerek
şantiyenin duvarları etrafında dönmeye başladı. Esirler, türkü söyleyerek
çalışıyor, etrafla hiç ilgilenmeden sağa sola koşuşturup duruyorlardı.
Yukarıdan inen kalabalık, üçerli beşerli grup halinde şantiyenin etrafında,
attığı her adımda kutsandığını duyumsayan hacıların zevk, acı ve korku karışımı
edasıyla geziniyordu. Her grup ayrı bir konuyu konuşuyor, ayrı bir ruh halini
paylaşıyordu. Çok uzun olmayacak aralıklarla gruplar bozulup yeniden
kuruluyordu. Sinirli sinirli dua eden gruptan ayrılanlarla, sevinç içinde,
yıllardır uğramadıkları yurtlarına dönmüşçesine neşeli olanlar bir araya
geliyor; kimlerin ilk grubu hangi ruh halindeyse, yeni grup o ruh halini
bürünüyordu. Feryat figan ağlarken aniden kahkahalara boğulan kadın, neşeyle
çığlıklar atarken birden oturup sümüğünü çeken oğlan ve daha böylesi bir yığın
tuhaf değişim... Şantiye için gelmiş olmalıydılar ama birkaç turdan sonra
kimsenin şantiyeyle ilgisi kalmadı.
Birden bire, grubun içinde, etrafında hayvanlar belirmeye
başladı. Sakince eşinen bir köpek, bir yandan ait olduğu grubu gözlüyor, bir
yandan da kazdığı çukuru kokluyordu. Bir kedi, şantiye duvarının üstüne, bir
kediden bile beklenmedik çeviklikle tırmandıktan sonra müfettiş edasıyla
dolaşmaya başladı; tırmanma denemezdi buna, bu tuhaf kedi, en az elli metrelik
duvarın tepesine sanki bir sıçrayışta ulaşmıştı. Saf kedi olmalıydı bu. Kedi
ruhunun kedisi. Duvarın görünmeyen merdivenleri olduğundan kuşkulandım bir an.
Esirlerden biri kedinin gezdiği geniş duvarın üstüne çıkarak kalabalığın
kendisine dönmesini istedi. Kalabalık, esirin şantiye boşluklarında
yankılanarak yayılan sesini duyar duymaz o tarafa döndü; işçi hayvanların
sağlık durumunu sordu. Tek tek her grup, zilyetliğinde tuttuğu hayvanın yaşı ve
sağlık durumunu bildirdikten sonra işçi, hayvanlar hakkında bir dizi soru daha
sormaya koyuldu. Bir başka esir de yüksek kolonlardan birinin üzerine çıkmış
not tutuyordu. İşçi kalabalığa, "Son kontrolleri yapın!" diye seslendikten
sonra herkes aynı telaşsız edayla hayvanların etrafında toplandı. Bir kadın,
bir köpeği yatırıp ağzının içine uzun uzun baktıktan sonra memnun memnun
mırıldanarak hayvanı kucağına aldı ve tüylerini okşamaya koyuldu. Bakarken
köpeğin ağzının içinden ışıklar çıkıyordu sanki. Belki de kadının gözünden
çıkıyordu o ışıklar, o kadar da iyi göremedim, ne yalan söyleyeyim. Küçük bir
çocuk, bir ineğin memelerini tek tek emdikten sonra şantiyedeki işçilere bilgi
veriyordu. Daha emekliyordu çocuk ama şantiyede en iyi konuşan da oydu. Kediyi
kucağına alan ihtiyar kasketli adam, ninniler mırıldanıyordu. Yok,
miyavlıyordu. Yok, mırmırlıyordu. Adam kedice biliyordu, kesin. Bize de
öğretiyordu galiba, yoksa nereden anlayacaktım ben ninniyi? Birden duyulan bir
başka ses, bütün başları bulunduğu yere odaklatmayı başardı. Bu sefer ses
şantiyeden değil, kalabalığın içinden geliyordu.
Altmış yaşlarında saçları kına kızılı bir kadın,
boynundan tuttuğu bir tavuğun hangi gruba ait olduğunu sordu. Hayvan bir yandan
çırpınıyor, bir yandan da tüy döküyordu. Havada uçuşuyordu tüyler. Esirler
sıraya girerek tek tek şantiye kapısına kadar gelip tavuğa baktıktan sonra tek
söz etmeden işlerini başına döndüler. Genç bir kadın, hayvan ölüyor, mundar
olmadan keselim dedi. Tavuğu tutan kadın, çabuk adımlarla kalabalığın arasında
gezerek bıçak aradı. Kahverengi saplı, paslı koca bir bıçak bulduktan sonra
şantiyenin güney duvarının yanına gitti ve tavuğu kimin keseceğini sordu. Bir
süre bakındıktan sonra hayvanı yatırıp bıçağın yanaklarını boynunda
bileylercesine sürtmeye başladı. Kalabalıktan biri omzuma dokunup bıçağı
tavuğun boynuna sürten kadını işaret etti. Kalkıp kadına doğru yürüdüm. Tamamen
hareketsiz kalan tavuğun bütün tüyleri dökülmüştü. Boynu durmadan uzuyordu.
Gidip bıçağı aldım sağ avucum ile tavuğun kafasını tuttum. Yaşlı kadın tavuğun
kanatlarını tuttu. İki kadın daha gelip tavuğun ayaklarını tuttu. Bıçağı
tavuğun boynuna götürüp kesmeye başladım. Kan akmıyordu. Kalabalık dua etmeye
başladı. Bıçak, siyah, yuvarlak ve hafif bir çubuğa dönüştü. Çubuğu şantiyenin
üzerine fırlattım. İki çocuk gelip tavuğu alarak ateş yakmakta olan bir gruba
götürdü. Grup hemen ateş yaktı, bir sacayağı tedarik etti ve üzerine
yerleştirdikleri büyük bakır kazana tavuğu attı. Tavuk kaynarken eti çekiliyor,
süt beyaz kemikleri tencerede yüzüyordu. Birisi pişti diye seslenince kalabalık
tencereyi alıp tepeye doğru yürümeye başladı. Daha önce oturduğum taşın yanına
giderek yeniden şantiyede çalışan esir işçileri izlemeye başladım. İşçi izlemek
ne güzeldir! Hele esir işçileri, onlar işçilerin en mutlularıdır.
Şantiyenin dış duvarlarının iç tarafında, derinliği yirmi
metreye varan ve duvarlarla şantiyeyi bir daireyle ayıran bir hendek
açılıyordu. Hendeğin içinde kazmayı sürdüren kırk - elli kadar işçiden çalışma
zamanı dolanlar, arkadaşlarının omuzlarına basarak yukarı çıkıyor, sırası
gelenler aşağıya inerek kazmayı sürdürüyordu. Doğuya doğru genişleyerek giden
şantiye, düzlüğün tam kenarındaki uçurumda bitiyordu. Duvarsız tek yer
burasıydı. Esirlerin ara vermeden çalışmasına rağmen şantiyede hiçbir ilerleme
görülmüyordu. Ne inşa edildiği de belli değildi. Bir tuhaflık da, bu kadar
tuhaflık arasında tuhaflık sayılırsa o da, ne esirlerin elinde ne de şantiyenin
herhangi bir yerinde herhangi bir iş aleti göze çarpmıyordu. Esirlerin ayak
bileklerindeki onları birbirine bağlayan çekme halatına benzeyen ip
kendiliğinden uzayıp kısalıyordu.
Esirlerden biri bana seslenerek aşağıya inmemi söyledi.
Ağır ağır yürüyerek, yaklaşık 20 dakikada şantiyenin kapısının önüne gelebildim.
Yukarıdan uzatılan hortumu kulağıma dayadım. Bir ses, "Bizimle çalışmak
istemez misin? Tepede öylece durman üzücü değil mi?" diyordu. Kendi
kendime "Hayır" diye mırıldandım; hortumdan söylenmeler geliyordu.
"Yapacak o kadar çok iş olmasına rağmen son zamanlarda hiçbir esir
şantiyeye girmek istemiyor. Esirlerin geçmişi unutuldu, geleceği de tepede
sıkılmaktan hiç utanmayan ahlaksızlar sürüsü yüzünden heba olup gidecek"
diye başlayan uzun bir nutku keyifle dinledim. Çok üzgündü adam, az da kızgın.
Bana neyse esirlerin geleceğinden, geçmişinden, bana anlatıyordu. Esirlerin en
güzel zamanı şimdileri değil midir? Dedem, eski esircibaşlarından, bana öğretti
bunu. Bir torunum olunca ben de ona öğreteceğim. Fakat şimdinin esircibaşları
pek öğrenmeye yatkın değil, üzgün ve sinirli konuşunca her iş halloldu
sanıyorlar, yalan da doğru oldu sanıyorlar.
Tepeden tırnağa haklı olduğunu haykırmak istedim ben de
hortumun ucundan, haksız olduğunu söylesem yine aynı şeyleri söyleyecekti bana,
bin yıldır olduğu gibi. Yok, iki bin yıldır.
Ama nutkun son cümlesi bitmek bilmedi bir türlü:
"Yapacak çok iş var!" diye öfkeyle tekrarlanıp
duruyordu sanki cümle ama bitmiyordu bir türlü. Kafamı kaldırdığımda işçilerin
hortumun başında sıraya girdiklerini gördüm; her biri hortumu eline alıp
"Yapacak çok iş var" diye bağırınıyordu. Cümleyi iki kez tekrar eden
işçiyle sıradakiler arasında kavga çıkınca konuşma fırsatı buldum ve, "Ama"
dedim, "Ben bir esir değilim ki. Hiçbir suç da işlemiş değilim. Hiçbir
ödülüm de olmadı benim. Üstelik yaptığınız işlerden hiç mi hiç anlamam..."
"O zaman" dedi, sıradaki işçi, nazikleşerek,
"Bir zahmet bize su getiriverin hiç olmazsa siz de."
Kalktım, tepeye doğru yürümeye koyuldum. Böyle koca bir
şantiyede çalışmaya girişenler niye yanlarında su bulundurmaz? Yanlarında su
bulunmadan ne kadar daha çalışmayı düşünebilirler ki? Ben onlara her gün su
getiremem, bir gün bile getiremeyebilirim. Ne suyun nerede bulunacağını bilirim
ne nasıl taşıyacağımı...
Yine aynı şey oluyor. Ben yürüdükçe tepe yükseliyor. Eskiden
sadece inşaatlar yükselirdi, şimdi tepeler de öğrendi bunu. Artık tepeleri de
biz mi yapıyoruz ne?
Epeyce yürüdükten sonra dönüp aşağıya baktım. Yamaç o
kadar yükselmişti ki şantiye aşağıda kibrit kutusu gibi kalmıştı; o kadar
dikleşmişti ki geriye ancak uçarak inebilirdim. Suyu bırakın, uçmayı bile
bilmiyorum oysa ben, öğrenmek de istemiyorum. Niye uçar ki insan? Kuşların bile
uçmaktan bıktığı bir devirde, niye uçsun ki?
Yürümeye devam ettim; yamacın tepesindeki sakız ağacı
görünüyordu artık, ona yaslanıp dinlenmeyi aklımdan geçirdiğim anda, ağacın
yüzeye çıkmış büyük kökünün üstünde oturan ihtiyar kadın gözüme çarptı.
Besbelliydi kadının beni oturtmayacağı. Kızgındı; "Niçin" dedi,
"Esirlere su götürmedin? Onlar olmazsa sen bir hiçsin!" Ona az önce geçen
saka kafilesini gösterdim. "Zaten eve gitmem gerekiyor artık" dedim.
Saka alayı tam vaktinde, ancak aklımda tutabileceğim kadar kısa bir süre önce
geçmişti yanımdan. Su yoktu kovalarında. Omuzlarındaki askılığın iki tarafında
sallanan kovalar boştu her nedense, üşenip nedenini de sormamıştım. Ön
tarafındaki tenekeye tekme vura vura yürüyen sakabaşı da ürkütmüştü beni.
Teneke konuşuyordu sanki. Zaten ses de tenekeden değil sakabaşından çıkıyordu,
sanki.
Ayağını, cılızlığından umulmayacak bir güçle yere vurarak
bağırdı kadın. "Aptal, evin mi var senin?"
Yorumlar
Yorum Gönder